Tuesday, August 21, 2007

Eşcinsellik Tartışmaları

“Ellerim: Bana maddeleri bildiren, ama onları benden sonsuzluğa dek ayıran o aşılması, yok edilmesi olanaksız mesafe. Ben hiçbir şey değildim, hiçbir şeyim yok benim. Işık kadar dünyaya bağlı, onun kadar dünyadan ayrılması zor bir varlık: Ama sürülmüş, taşların ve suyun yüzünde kayan ışık gibi yalnız ve sürülmüş, ne var ki, beni hiçbir şey, asla bir yerlere getirip bırakmıyor ya da kum gibi yığılmıyor bir sahile. Dışarı. Dışarı. Dünyanın dışında, geçmişin dışında, benim dışımda; özgürlük bir sürgündür ve ben özgür olmaya mahkumum.”
[Jean-Paul Sartre / Yaşanmayan Zaman]

Eşcinsellik arada sırada bir vurkaç edasıyla bloglarda tartışılıyor. Bu tartışmalara girmemeyi tercih ediyordum ancak bazı tanımlamalar ve çizilen sınır çizgileri dikkatimi çekti ve tartışmanın daha eleştirel bir çözümlemesini yapma gereği duydum. Eleştirellik tartışmayı sınırlayan ve ufku daraltan bazı sistemsel sebepler üzerinden tartışmayı reddeden bir perspektifi zorunlu kılıyor. Tartışmayı yönlendiren en önemli sorun ise içine doğduğumuz ve bizleri koşullandıran düşünüş biçimlerinin mutlak ilan edilmesi ve çerçevesinin bu eksende çizilmesi. Önce varoluşa dair bir tartışma yapmak gerekli görülüyor. Neticede farklı varoluşsal tanımlamalara açık olmak bir özgürlük sorunudur.

Varoluşun sıkıntılı bir süreç olduğu malumumuz. Varoluşumuz bizler tarafından çeşitli faktörler ekseninde tanımlanır. Şimdilik bu tartışmayı genelde bu şekilde yönlendirmeyi sevdiklerinden, itiraz hakkı saklı olmakla birlikte varoluşu iki bileşene ayırmayı tercih ediyorum. Birinci ayrım noktasını varoluşun öze dair bileşeni olarak koyalım. Bu öze dair bileşene biyolojik unsurlar ile duygusal bir takım eğilimleri de yerleştirelim (örneğin yine tartışma hakkı saklı olmakla birlikte saldırganlık eğilimi). İkinci ayırım noktası olarak da çevresel ve tarihsel unsurları yerleştirelim. Ancak burada önemli bir noktayı şerh düşmek gerekiyor. İnsanın özüne ve doğasına dair bir önermeler silsilesi de ideolojinin kendisinden bağımsız değildir. Neticede doğallık varsayımı ideolojik bir kör noktayı da barındırıyor. Ayrıca bunu aşsak dahi bir ikinci sorun da doğanın herhangi bir gerekçe ile başvurabileceğimiz bir üst mahkeme olamayacak olmasıdır.

Ayırımımızı tanımladık. Bir öncül olarak da eşcinselliğin ciddi bir kimlik ve varoluş krizinin belirtisi olduğu söylenir. Fakat böyle bir krizin temelinde neden bir materyalizm veya salt “eşcinselik” aranır, orası hep açıktadır. Halbuki varoluşun kendisi, her türlü varoluşsal durumun aslında bir sorun, bir arayış içerdiğini öngerektirir. Varoluşun kendisi bir sorun, bir arayış ve bir krizdir. Kendini bulmak noktasal bir süreç değildir. Bunu en iyi Edward Said’in yürüttüğü entelektüellik tartışmalarında bulabiliriz. Entelektüel’in varoluşunu bir yalnızlık, bir evsizlik olarak tanımlar Said. Aslen tam bir varoluşsal kasıntı durumu.

Şimdi varoluşumuzu tanımladığımız, aslında herhangi bir insanal özelliği, öze veya çevresel-tarihsel kategorilerden hangisine dahil edeceğimizin ideolojik bir sorunsal olduğu noktada yine de tartışmayı buradan yürüttüğümüzü farzedelim. Zaten ideolojiden hiçbir şekilde kurtulamayız. Eşcinsellik birinci veya ikinci kategoriye dahil olsa bile bunlardan hangisinin “hastalık” olarak tanımlanacağını belirleyecek kerameti kendinden menkul ölçütümüz nedir? Yani bir blog sitesinde hedonizmden kuvvet alan bir eşcinselliğin mazur gösterilip diğerlerinin mazur gösterilmemesi aslında bahsini ettiğim bu ikili ayırımdan kök alıyor[1]. Eğer birinciye (öze) dahil ise “hastalık” olarak isimlendiriliyor ve sapkınlık olarak da nitelendiriliyor. Tabii ki kendini ilgilendiren ideolojik gerekçeleri olduğunu tarafımdan saklı tutarak. Fakat eğer çok da rahat olarak varoluşa dahil olarak ele alabileceğimiz bir öğeyi neden sapkınlık olarak nitelememiz gerektiği ister istemez sorulacaktır. Doğal durum söylemi yukarıda da ifade ettiğim gibi yetersizdir. Neticede bahsi geçen yazıdaki gerekçeler veri normların kabulü ve doğallık ideolojisinden destek alıyor. Halbuki belirttiğim üzere iki öğe de varoluşumuza dair.

Sapkınlık veya “normal” durumun tanımlanması ve dışında kalana “anormal” ve dolayısı ile ıslah edilmesi gereken azınlıklar gözüyle bakılmasının tarihini iktidar ilişkilerinde aramamız gerekiyor. Burada veri bir sistem ve normların içerisine doğduğumuz ve onları veri kabul ederek yüzeysel bir sorgulama mekanizmasına giriştiğimiz açık[2]. Neticede mevcut iktisadi ve siyasal aygıtın ekseninde tanımlanan bir tanım-kavram “normal”. İktisadi ve siyasal aygıtın bir toplumsal ilişkiyi belirttiğini belirteyim. Onun üzerinden yükselen normların ve kurumların tanımladığı biçimden hareketle bir tanımlamaya gidiliyor. Dolayısı ile toplumun bütün bireylerinin bu aygıtın bir tarafında konumlandığı ve bu aygıtın yeniden üretiminin baz alındığı bir ideolojik çerçeveden hareket etmenin gerekliliğini sorgulamaya kadar gelip dayanıyoruz. Bu tip bir sorgulamama olgusuna kenetlenmiş, yani yabancılaşmış biçim üzerinden temellenen sorgulama zincirinin meşruiyetinin kaynağı nedir? Cevap açık: Yine kendisi. Dolayısı ile bu kavramdan (normal) hareket etmemiz ciddi derecede sınırlamalara götürüyor bizi.

Bu bakımdan entelektüelleri de toplumun “hastaları” olarak görebiliriz. Gerçi bahsi geçen yazıda öze dair olanlar hastalık olarak adlandırılıyor ancak onun da varoluşa dair olduğu ister istemez kabul edilemez oluyor. Toplumun geneli, toplumsal olan veya doğanın kendisi başvuracağımız herhangi bir üst mahkemeyi oluşturamaz. Bu konuda başvurabileceğimiz yegane gerekçe kişinin varoluşudur ve bunu da ancak kendisi tanımlayabilir. Bu bir özgürlük sorunudur. Bu özgürlük sorununun bahsini ettiğim iktisadi ve siyasal aygıttan kökünü aldığının da üstüne basa basa duruyorum. Deliler, eşcinseller, entelektüeller...
*************

[1] T. Suat Demren, “Eşcinsellik”, Dusunceler.Org, 20 Ağustos 2007.
[2] Yukarıdaki yaptığım tartışmayı destekleyecek nitelikte ve farklılık-aynılık ikilemini tartışan ve okunmasını tavsiye ettiğim bir yazı olarak bkz. “Eşcinsellik Üzerine Bir Deneme: Hepimiz Ermeniyiz ama Hangimiz Eşcinsel?”, http://budalaca.blogspot.com, 14 Nisan 2007.

Güncelleme [24 Ağustos 2007]
Eşcinsellik tartışmalarına Çarpım Tablosu'ndan Tolga'da katıldı. Kendi çözümlemesiyle de ufkumuzu açmış oldu. Genel olarak psikanalitik bir bakışın yanında benim de üstünde durduğum "aklın araçlaşması" olgusunu da çözümlemesinde önemli bir yere yerleştirmiş. Yazıya şuradan ulaşabilirsiniz.

Friday, August 3, 2007

At(ın) Gözlükleri!

“Kendileri böyle bir çabayı tamamıyla anlamsız bulsalar da, ilkelerini meşrulaştırma yollarını biraz kurcaladığımızda, pozitivistlerin dogmatizmi hemen açığa çıkar. Pozitivistler, Tomasçılar’ın ve pozitivist olmayan bütün öbür filozofların akıldışı yöntemlerine, özellikle de deneyle denetlenemeyen sezgiye karşı çıkmaktadırlar. Buna karşılık, kendi kavrayışlarının da bilimin gözlenmesine dayandığını öne sürmektedirler. Başka bir deyişle, bilim kendi nesnelerine nasıl deneysel olarak doğrulanabilir gözlemlerle yaklaşabiliyorsa, onlar da kendilerinin bilime öyle yaklaştığını iddia etmektedirler. Ama can alıcı soru şudur: eğer bilimin ve doğruluğun tanımı yine bilimsel doğruya ulaşma yöntemlerine dayanacaksa, bilimin ve doğruluğun ne olduğunu nasıl belirleyebiliriz. Bilimsel yöntemin haklılığını ve varlık nedenini yine bilimin gözlemlenmesi yoluyla elde etme çabalarında hep aynı kısır döngü görülür: gözlem ilkesinin kendisi nasıl aklanacaktır? Bir aklama istendiğinde neden gözlemin doğruluğun tek güvencesi olduğu sorulduğunda, pozitivistler yine gözlemi yardıma çağırırlar. Ama gözleri kapalıdır. Pozitivistler, araştırmanın makineyi andıran işleyişini, olgu toplama, doğrulama, sınıflandırma vb. çarkını durdurup, bunların anlamı ve doğrulukla ilişkisi üzerinde düşünmek yerine, bilimin gözlemlerle hareket ettiğini tekrarlar ve işleyişini betimlerler. Kuşkusuz, işlerinin doğrulama ilkesini gerekçelendirmek ya da kanıtlamak olmadığını, sadece bilimsel terimlerle konuşmak istediklerini söyleyeceklerdir. Başka bir deyişle, kendi ilkelerini –doğrulanmadığı sürece hiçbir önermenin anlamlı olmadığı ilkesi- doğrulamayı reddetmekle, petitio principii (kanıtlanması gereken ilkeyi varsayım olarak kullanma) hatasına düşmektedirler.”
[Max Horkheimer / Akıl Tutulması]

Ben ekonomitürk’ten dürüstçe bir cevap beklerken yine güdük bir analizi sürdürme konusunda ısrar geldi. Ben de konuyu daha da açıklığına kavuşturma gereği duyduğumdan bu yazıyı yazma gereğini duydum. Zira yeter artık, birşey ifade etmeyen sonuçlar çıkarmaya çabalamayın, bu gini meselesinden size ekmek çıkmaz demek gerekiyordu. Şimdi Ekodok imzalı güdük analizin güdüklüğünü ortaya koyalım ve esasında bir önceki yazımı bir yorum daha bırakmama rağmen anlamış olmalarını da ifade edelim.

Bir kere rakamları grafiğe koyarsanız dalgalanma çok net görünüyor. İlk olarak söyleyebileceğiniz tek net ifade dalga boyunun kısaldığı olabilir o kadar ancak bu da dalgalanmanın olmadığı anlamına gelmez. Fakat Ekodok aşağıdaki ifadelerle söylediklerimi zerre anlamadığını ortaya net olarak koyuyor;

“İsterseniz şu rakamları bir de grafik haline getirip bakın. Yahu burada nasıl sadece konjonktürel bir dalgalanma vardır dersiniz Allah aşkına... Evet, arada dalgalanmalar var ama eğilimin aşağı yönlü olduğu o kadar açık ki. İsterseniz bir de trend analizi yapıp sonuçlara bakın. Ben yaptım ve yüzde 5 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir negatif eğilim tespit ettim.”

Ağır ideoloji yüklü yazıları sevmediğini iddia eden birinin bu tarz ideoloji yüklü bir cevap vermesi de biraz ironik olsa gerek. 45 yıllık aralıktan yapısal hiçbir kırılma dönemini hesaba katmadan yukarıdaki sonucu çıkartmak biraz ilginç. Ayrıca orada 5 tane ayrı gelir grubu var iken salt giniye indirgeyerek değerlendirmek sağlıklı değildir. Hepsine ayrı ayrı bakmak gereklidir ki dalgalanma çok çok çok net olarak gözlemlenebilir. Şimdi devam edelim, zira asıl anlaşılmayan ana nokta hala duruyor ki ona da nedense son uyarıma rağmen bir cevap gelmemiş, birazdan bahsedeceğim.

Özellikle önceki yazımı anlamadığını şu ifade daha bir net ortaya koymuş;

“Üstelik Tansel Bey'in nedense(!) yer vermediği 2003, 2004 ve 2005 yılı verilerini de ele alırsak daha da güçlü bir negatif eğilimle karşılaşırız. Çünkü bu üç yılda Gini katsayısı düşüşe devam etmiş ve 0.42, 0.40 ve 0.38 değerlerini almıştı.”


“Nedense” diye bir tabir kullanmasına anlam veremedim zira kendilerini eleştirdiğim yazımda dipnot olarak verdiğim Ekonomix imzalı yazıdan hareketle son 4 yılın gini rakamlarına ulaşılabiliyor. Ayrıca birçok haber sitesinde bile mevcut. Ayrıca daha önce yine aynı sitede bahsi geçen konuda kendileri ile yazışmıştım ve orada da bu veriler mevcuttu. Bu konuyu ben ilk defa sizlerle tartışmıyortum ki? Sanki ilkmiş gibi kinayeli yazılmış. Herhalde Ekodok bey yeni bir yazar olduğundan sitesine benim kadar hakim değil. Olabilir. Neyse; eleştirimi zerre anlamamış çünkü ben bahsi geçen yazımda salt AKP politikalarına odaklanmamak gerektiğini de şu sözlerle ifade etmiştim;

“Fakat süreç tek taraflı değildir, bütün bu maddi koşul içerisinde farklı sınıfsal konumlanmalar, dünya sistemi içerisindeki farklı toplumsal sistemler ve bu sistemler içerisindeki sisteme eklemli özgül toplumsal formasyonlar mevcuttur. Okumayı genel biçimiyle yapmalıyız. Sadece rakamlar bize hiçbir şey söylemezler. O yüzden bakışımızı genel odaklı olarak çevirmeliyiz. AKP hükümeti genel sürecin bir parçası olarak okunmalıdır. Dolayısı ile yapısal reformlarının meta ekonomisinin genişlemesi yönünde olması son derece normal olmak ile birlikte sağlıkta dönüşüm, kentsel dönüşüm projeleri bütün bu sermaye birikim sürecinin birer parçasıdırlar.”

Hatta daha yazımın başında AKP’nin bütün resim içerisinde yapısal eğilimin bir parçası olarak okunması gerektiğini yöntem bakımından şu sözlerle ifade etmiştim ki Ekodok’un son yazısında ifade etmekten ısrarla kaçındığı asıl eleştiri noktam da aşağıdaki cümlelerimdir;

“Oysa sadece rakamları ortaya döküp gitmek değildir marifet, marifet bu istatistiki verileri sistemin yapısal eğilimleri ile birlikte genel sürece oturtarak değerlendirmekte.”

Dolayısı ile salt AKP döneminden ziyade genel bir resim çekmek istedim, burada kendi yorum yapan okuyucularının bile ifade ettiği gibi gelir dağılımında yıllar yılı tek bir düzelme eğilimi görülmemiş ve tüm grupların gini hesabı içerisindeki tüm hatalı beyanlara rağmen (ki bunlar da çok büyük çoğunlukla yüksek gelirliler tarafından yapılmışlardır) ve gininin kendi içerisindeki problemlerine rağmen rakamlar çırılçıplak bir gerçeği göstermişlerdir. Sistemin yapısal eğilimlerini değerlendirerek genel bir resim çekme gayreti de bize salt AKP dönemi Türkiye ekonomisine odaklanmamızı engellemiştir. Ama kendileri, ideolojik olmadıkları halde (ki böyle birşey kimse için mümkün değil) ideolojik duruşları gereği resmi bütünüyle yapısal eğilimleriyle birlikte okumak gayretinden doğal olarak kaçınmışlar ve neredeyse 45 yıllık durumu insana pes billah dedirttirecek şekilde iyi okumayı başarmışlardır (5 gelir grubuna ayrı ayrı bakmamaları şaşırtıcı).

Ayrıca yine aynı yazımda salt istatistiki verilerin bize birşey söylemeyeceğini ifade ederek şunları söylemiştim;

“Bütün bu istatistiki veriler bize belli bir resim çekerler ama gerçekliğe dair kesin bilgiler vermezler, teorik bir kanıt niteliği taşımazlar.

*********

İktisatçıların buradaki temel sorunu açıkça görüldüğü üzere tarihsel-yapısal gerçeklikleri göz ardı ederek, belli tarih aralıklarını ele alıp, üstüne üstlük çok cüzzi düzelmeleri bile “bakın herşey iyiye gidiyor, görmüyor musunuz rakamları” yaklaşımı ile, ele aldıkları zaman aralıklarını tarihsel düzleminden kopartmaktır.”


Yukarıdaki yazdıklarım eleştirimin ana noktalarıdır. Asıl cevap verecekseniz bunlara cevap vermeniz gerekiyor. Kuru bir ampirisizm ile sosyal bilim yapmaya çalışır iseniz birileri de size çıkıp “hayır” deyiverir mazallah.

Ayrıca madem ki sosyal bilim yaptığınızı iddia ediyorsunuz farklı toplumsal formasyonlardaki farklı sosyal koşullanı niçin hesab etmekten kaçınıyorsunuz? Feodal toplumun analizinde ortaya koyacağımız kategorilerle kapitalist toplum için ortaya koyacağımız kategoriler veya analiz birimleri aynı olabilir mi?

Dolayısı ile şahsımın ifade ettiği yapısal eğilimlerin ideoloji yüklü olduğu ifadesini kullanarak, bu eğilimlerin sizin analizinizde yer etmemesini üstü kapalı kabul etmenizi anlamlandırabiliyorum. Nasıl ki feodal toplumun (veya kapitalizm öncesi herhangi bir toplumsal formasyonun) yapısal koşullarını, durumlarını, eğilimlerini hesaba katmak gerekiyor ise bu toplumların analizlerini yaparken; aynı şey kapitalizm için de geçerlidir. Önce bunu bir yapın, sonra rakamlarına üstüne yerleştirisiniz. Aşağıdaki sözünüz boş bir ampirisizmden başka birşey ifade etmez (sizi Horkheimer'dan yaptığım yukarıdaki alıntıya yolluyorum!);

“Verileri değerlendirirken tüm önyargılarınızdan sıyrılın. Sadece matematik bilgilerinizi kullanarak verilerin ne söylediğini anlamaya çalışın. Çoğu zaman bunun için ilkokul matematiği bile yeter. Ancak kesin karar veremediğinizde daha gelişmiş teknikleri de kullanabilirsiniz.”

Unutmayın ki yukarıdaki ifade de ideolojik bir ifadedir. Ne Keynes “Genel Teori”yi yazarken, ne Marx “Kapital”i yazarken sermaye birkiminin koşullarının analizlerinden bağımsız düşünmemişlerdir. Örneğin Keynes yatırımların sermayenin marjinal etkinliği ile faiz oranını eşitleyici bir eğilim içinde bulunduğunu söyler. Burada sermayenin marjinal etkinliği risk ve belirsizliği de içerir. Buradan da Keynes şu sonuca varır: “Öyleyse sermayenin marjinal etkinliği faiz oranına eşittir demek, umulan kar ile günün geçerli faiz oranı arasındaki fark risk karşılığında ödenen primdir.” E peki bu durumu ampirik olarak test etme imkanımızın olmadığı açık değil midir? Bu söylemin ideolojik yükü ortada değil midir? Kategorilerin tanımlanması ve bu kategorilerle analizin neticesinde politik sonuçlara gidilmesi baştan sona burjuva ideolojisinin kara kutusu ile konuşmak değil midir? Dolayısı ile salt matematik ile konuşmak demek egemen ideolojinin dümen suyuna girmek demektir. Rakamsal olarak ölçmeye çalıştığımız kategorilerin nasıl oluşturulduğu tamamen ideolojik bir meseledir ki Ekodok bey de sudaki balık misali kendi durumunun farkında değildir ve karşısındakini de komik bir şekilde at gözlüğü takmakla (!) suçlamaktadır.

Bakın kalkınma tartışmalarını 1950’lerde başlatan Paul Baran "Büyümenin Ekonomi Politiği" isimli yapıtında şunları diyor;

“Eğer model, kurulma amacına uygun bir yapıya sahipse, eğer gerçek dünyada yer alan sürecin başat özelliklerini yakalama başarısını gösterebiliyorsa, onun, söz konusu olgunun kavranmasına yapacağı katkı bir yığın ayrıntılı bilginin, bir sürü özel bulgunun yapacakları katkıdan daha önemlidir. Dahası var, ancak böyle bir model yardımıyla, zihnimizde açık seçik bir ‘ideal tip’in ana çizgilerini canlandırabiliriz, topladığımız bütün ham bilgi ve verilere yine ancak böyle bir model sayesinde anlam verebiliriz; yoksa araştırmamız boşa gider ve topladığımız ham bilgi ve veriler, gerçeğin anlaşılmasına yardımcı olmaktan çok, onun yerini alan, onu ‘ikame eden’ bir yığın oluşturmaya başlarlar.”

TUİK konusunda ise tartışmamı tamamen yanlış anlamış. Halbuki ben TUİK rakamları çarpıtıyor demedim. Kategorilerin oluşturulması ideolojik bir mesele olduğundan, oluşturulma sürecindeki bilinçli veya bilinçsiz aksaklıkları ifade ettim (hayret! 1980 öncesi liberaller şikayet ederdi DPT’den falan, şimdi tersine döndü herhalde). Hesaplanırken yapılan hatalar için ise sırasıyla Korkut hoca ve Mustafa Sönmez aşağıdaki ifadeleri kullanmışlardır:

Korkut hoca şunu ifade etmiştir ki resmen yüksek gelirlilerin daha az beyanda bulunduğunu ifade ediyor;

“Görülüyor ki, 2004 hane halkı anketlerinden hareketle tüm Türkiye için genellenen gelir türlerinin toplamı, milli gelir hesaplarından ulaşılan toplamın sadece yüzde 42’sine ulaşabilmektedir. Daha da önemlisi, eksik beyan edilmiş, “kayıp” gelirlerin büyük ölçüde sermaye gelirlerinden kaynaklanmakta olmasıdır. İşçi/memur aileler gelirlerinin yüzde 73’ünü doğru bildirmiş; burjuvazi ise, kâr, faiz, rant gelirlerinin (milli gelir tahminlerindeki toplama göre) sadece yüzde 25’ini beyan etmiştir. Kısacası, “kayıp gelirler” oranı, burjuvazi için yüzde 75’e ulaşmıştır. Toplumun en zengin insanlarının, gelirlerinin dörtte üçünü sakladığı bir anketleme biçiminden türetilen gelir dağılımı sonuçlarını ciddiye almak mümkün olabilir mi? Yukarıdaki “konuşmaya değmez” yargısının ardında yatan etkenlerden biri de budur.”

Daha da önemlisi Mustafa Sönmez yüzdelik dilimlerin oluşturulmasındaki çok büyük bir çarpıklığa dikkat çekmiştir;

“Gelir dağılımı araştırması adı altında sefilleri sergileyen TÜİK, son gelir dağılımı “araştırması” ile kargaları bile güldürüyor. 2005’te paylaşılan geliri, milli gelir açıklanırken 368 milyar YTL, gelir dağılımı araştırmasında 255 milyar YTL , yani yüzde 30-35 eksik açıklayan TÜİK’e göre, aylık geliriniz eğer 2 bin 700 YTL ise siz Türkiye’nin en varlıklı yüzde 20’lik ayrıcalıklı ailesi içindesiniz!... Yine TÜİK’e göre, Türkiye’nin en zengin ailesi (diyelim Koç ailesi olsun) ayda 32 bin YTL, kişi başına da ayda 8 bin YTL gelir elde etmiş..Yani ayda 8 bin YTL elde eden ortalama bir şahıs, Koç ailesi ferdi ile aynı gelire sahip!!!..”

Ayrıca hesabın 1980 öncesinde DPT tarafından yapıldığı da ortada. Bunu da hesab etmek lazım.

Önce sizi eleştiren birisini eleştirmeden önce onu iyice bir anlamaya çalışmanızı öneririm. Temel eleştiri noktalarımın yanından geçmeyen ve kendi ideolojik çerçevenizin bir karış dışına çıkamadan, sinir yüklü ve fevri eleştirinizi bir daha gözden geçirin. Ve beni içine düşmekle itham ettiğiniz komik duruma düşmeyin. Bunu ben de en samimi ifadem ile istemem. Bir eleştiri daha ister iseniz, sitenizde Ekonomix ve sizin kullandığınız “herif”, “bana da saçma geldi ama” tarzı yakışıksız ifadeleri kullanmamanızı öneririm. Karşınızda akademik olarak da çalışan (ki bu hiç de önemli değildir) bir sosyal bilimciye “tembel” deme cürretini göstermeniz de kırıcı. Ciddi üslup sorunlarınız olduğu da çok açık. Eğer gerçekten cevap verecek iseniz ben de hazırım ve doyurucu epistemoloji çerçeveli bir politik iktisat polemiğine de her daim varım. Bundan zevk de alırım (Dr. Jekyll bilir).

Size öz olarak yönteminiz sorunlu diyorum; siz hala aynı yöntemsel çerçeveden ekonometrik analizle cevap veriyorsunuz. Bunu basitce E-Views kullanan bile hesaplar zaten. Rakamların eğilimi değildir tartışma noktam; onları yorumlayacak teorik zemininizin olmaması ve dolayısı ile analizlerinizin güdük kalmasıdır. Yoksa rakam tek başına birşey ifade etmez, etse de açıkça birşeylerin değişmediği ortadadır. Ayrıca artan bir kent yoksulluğu varken bu veriler bize birşey söylememektedir. Tüm eksik aksak hesaplamaları da ortadadır.

Eleştiriyi kaldıramıyorsanız veya sinirlenecek ve bundan dolayı da temel eleştiri noktalarını da atlayacak iseniz lütfen ya cevap vermeyin ya da başka iş yapın. Hamama giren terler. Size biraz (ideoloji konusundaki yersiz söylemleriniz için) bilim felsefesi ve (rakamlar konusundaki takıntılarınız için ise) kalkınma çalışmanızı öneririm.

Güncelleme [15 Ağustos 2007]
Sayın Ekodok bu tartışmalardan esinlenerek kendince bir cevap vermiş ancak eleştiri noktamın halen yakınından geçmiyor. Aslen bu durum iktisatçıların bilim felsefesi ve yöntem tartışmalarındaki aşırı ilgisizliği ve dolayısı ile bilgisizliği ile doğrudan alakalı. Keşke ufacık da olsa beni anlayabilselerdi. Daha fazlasını yazmak gereksiz. Hem şimdiye dek bu sitede yazılanlar hem de bu yazıya gelen yorumlar fazlasıyla yeterli cevaplardır, fazlasıyla doyurucudurlar. Ne diyelim, umarım bir gün anlarlar...