Friday, October 26, 2007

Silahlara Veda...

Uzun zamandır televizyon izlemeyi bıraktım. İstesem de izleyemiyorum. Bu yazıda da analiz falan yapmayacağım zaten. Savaş... Savaşın tüm acılarına ve yıkıcılığına rağmen “teröre hayır” adı altında savaşın ve yayılmacılığın değişik bir biçimi sergileniyor. Ölenler yetmezmiş gibi yenileri isteniyor. Pekala “savaşa hayır” ve “artık barış ve demokrasi istiyoruz” demek yerine neden bir intikam duygusu dillere hakim oluyor, anlamak güç. Savaşta temiz taraf olmaz, savaş tüm tarafları kirletir. Ellerimizi kirletmeye ne kadar da meraklıymışız meğer. Faşizan bir ruh hali tüm medya tarafından ısrarla pompalanıyor, neyin siyaseti neyin haberi bu?

Sorunun savaşla çözümleneceğini zanneden ve hepimizin bir zamanlar ruhumuza yerleşmiş olan taraflarımıza seslenen ve histerik bir coşkuyla 80 yıllık bir sorunu hasır altı eden bir anlayışla hangi sorunun üstesinden gelebileceğimiz de fazlasıyla sorgulanması gereken bir durum olarak karşımızda duruyor. Kürt sorunu ve demokratik haklar üzerindeki baskının hafifletilmesi, çözüme yak
laşmak olacağı yerde savaşın ve militarizmin sonu gelmez çağrılarına kaptırıyor insanlar kendilerini. Biri yetmez, bir oğlum daha... Peki ne kadar ve nereye kadar? Ya merkez medya, o elleri ve kolları baştan aşağı kirlenmiş sermaye medyası ne yapıyor? Adı üzerinde zaten, “sermaye medyası”, güç ilişkilerinde nerede konumlanırsa oradan üfürüyor. Yanda geçtiğimiz günlerden birinde yakaladığım Milliyet gazetesinin bir haberinin başlığına dikkatle bakın, ne demek istediğimi anlarsınız.

Geçenlerde izlediğim bir haber bülteninde Gazi Mahallesinde son olaylardan sonra toplanan bir grubun protestosunun “hainler taşkınlık yaptı” başlığında yayınlanmasının ardından polisin kendilerine “gereken” karşılığı verdiği söylendi. O an kendimi Orwell’ın meşhur eseri "1984"ün içinde hissettim. Bir distopyada yaşıyordum. Saatler 21.00-22.00 aralığındaki herhangi bir anı vurduğunda perceremin dışından gelen seslerle kitabımı elimden bırakıyordum her akşam, dışarıda upuzun kalabalıklar hep bir ağızdan aynı şeyleri tekrar ediyorlardı, nefretleri vardı, ben ise barış isteyen bakışlarımla sürekli onlara bakıyordum, her gece. Peki bu şiddet değil miydi?

Hafta boyunca tvlerden yapılan kışkırtıcı haberler şiddet değil miydi? Artık kimse Kürtlerin yaşadığı sıkıntıları ve demokratik talepleri konuşmuyordu, savaşın nasıl kazanılacağı üzerine türlü türlü taktikler masa başına seriliyordu, “terörün” “içerideki” ve “dışarıdaki” uzantıları bitirilmeliydi. Peki şiddeti doğuran sorunun kendisi ortalıkta durmuyor muydu? Silahlı şiddete zemin sağlayan bir sistem ortadayken hangi kılıç döğüşü bizlere barışı getirecekti. Silahlara veda demeli artık. Tez vakitte. Savaş iki tarafı da kirletti, devam ettikçe bizler de kirleneceğiz. Biz kim? İçerisi kim? Dışarısı kim? Kullanılan kavramlar bile kendilerini açık etmeye yetiyor zaten. Savaş belli ki içerideki muhaliflere karşı da veriliyor aynı zamanda. Ben ise savaşa hayır, inadına barış ve demokrasi demeyi tercih ediyorum. Aynı “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz!” demeye devam ettiğim gibi...

*Askeri Çözüm Yok: Ne Kürt Sorunu, Ne Türk Sorunu İçin – Ertuğrul Kürkçü
*Türkiye’de Gündelik Hayatın Olağanı: Faşizm – Fırat Dinç
*Bırakalım Herkes Siyaset Yapsın, Silahlar Sussun – Rüstem Avcı
*Hayatımız Zamanaşımı – Yıldırım Türker
*“Tadında Bırakma”yı Bilmemek – Baskın Oran

Wednesday, October 17, 2007

Yeniden...

Bugün bir toplantı vesilesiyle dışarı çıktım evden. İki üç gündür pek dışarı çıkmıyordum. Hem biraz tez için okuma yapmak hem de geçtiğimiz haftalarda ufak da olsa yaşadığım hareketliliği bastırmak maksatlı bir kapanmaydı sanki bu. Sonbaharın gelişinden olsa gerek geçmişin izini süren bakışlarla çevreyi seyrederek bindim metroya. Konak’ta indim, bir kitapçıya girdim. Göz gezdirirken tam da sözleştiğimiz gibi arkadaşımla buluştuk, kitapçıda bir çay içtik ve kitaplarımı daha ucuza alabileceğimiz bir yere gidip almam gereken kitapları aldım ve sonrasında da toplantıya gittik. Toplantı bitti ve çıktık.

Nedendir bilinmez, sonbahar akşamlarının karanlığı ve serinliği, özellikle de mevsim başıysa geçmişiyle ve yaşanmışlığıyla yüzleştirir insanı her nesneye bakışında. Onlardan yaşanmışlığına, ruhuna dokunan anlamlar çıkartır. İçinde en sevdiğin şarkılar çalar en aşklı anlarına dair. Bu şarkılar içimde çalarken, bakışlarım gözleri delerken ve beni yorarken, çıkışta bir vesileyle oturduğumuz yerde bir hocama eşlik etmek için biramı içiyordum. Fazla oturmayacaktım zaten, hızlı hızlı içiyordum kendimce, konuşmaların eşliğinde soğuk rüzgar yüzüme öyle bir vuruyordu ki dondurmak istiyordum o anı. Bir yüz, en derinlerden aklımı alıyordu, geçmişten gelen ve hiç bırakmayan. Herşey hatırlatıyor diyoruz ya, zamansız sonbaharın hikmeti. O sırada beklenen dört misafir geldi. Biriyle el sıkıştık ve kısa bir an için de olsa yüzyüze geldik, o kadar güzeldi, saçları siyahtı ve etkileyiciydi ki, en derinlerden gelen haykırışım beynimde çakıyordu, yine o yüz. Yine o yüzdü aklıma gelen, yine en anlamlı yerde ve zamandaydı. Buradaydık...

Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur
İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur

Tutsak ustura ağzında yaşamaktan

Kimi zaman ellerini kırar tutkusu

Birkaç hayat çıkarır yaşamasından

Hangi kapıyı çalsa kimi zaman

Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu


[Attila İlhan / Ben Sana Mecburum]

*******************************
Budalaca! Senin dizelerin hangisi bu aralar... Anarşist dost bir dokundu bin ah işitti belli ki!