Saturday, December 15, 2007

Kapitalizmin Kökeni Tartışmaları ve Ellen Meiksins Wood

“Kapitalizm bir tarihsel sistem olarak ne zaman ve nerede başladı?” sorusu bugünü anlamak açısından kritik bir önemde. Bize perspektif sağlayacak açılımların bazı tartışmalar vesilesiyle bugünlere kadar gelmesi de söz konusu. Henri Pirenne’nin temellerini attığı nüve düzeyinde bir çıkış ile başlayan tartışmalar günümüze kadar ilerlemiş durumda. Bu yazıda benim asıl yapmaya çalışacağım şey ise bu sorunu tümüyle tartışmaktan ziyade Ellen Meiksins Wood’un tartışmaları özetleyen ve ciddi açılımlar getiren Kapitalizmin Kökeni isimli kitabına dair yapacağım birkaç saptamadan ve ilerlemeden ibaret. Wood’un çağımızın önemli marksist sosyal bilimcilerinden biri olduğunu da hatırlatalım. Uzunca bir süre Monthly Review dergisi editörleri arasında yer aldı. Halen de arada yazar. Ayrıca Negri ile girdiği ulus-devlet tartışmaları da halen güncelliğini korumakta.

Konuya girizgah olması bakımından Pirenne ile başlamak en iyisi. Tartışmalarda Pirenne’ye atfen yapılan hatta daha öncesinde de Smith’in belirttiği ticarileştirme modeli ön plandaydı. Burada kapitalizm aslında feodal unsurların çatlaklarından sızan bir ticari birikimin içerisine sokulmuştu. Pirenne bunu 11. yy.dan sonra Akdeniz’in müslüman istilasından kurtarılması neticesinde Avrupa genelinde artan ticari faaliyetin sonucu olarak feodal kentlerin yanında kurulan görece özgür bir mübadele ekonomisinin hakim olduğu ticaret kentlerinin içerisine sokar. Bu durum bu kentsel yapıyı kapitalizmin mikro ölçeğine sıkıştırmak demektir. Bu durumda çok açıktır ki ticari burjuvazi ve kapitalist aynı unsurlar olarak kabul edilmektedir. Bu ikisinin aynılığı tüm bu teorik çerçevede birer önkabuldür. Bu anlamda sadece kapitalizmin embriyonu önkabulünü içerisinde barındıran ticari sermaye birikiminin feodalizmin çözülmesiyle önündeki engeller kalkmıştır ve bu bağlamda kapitalizm bu tarih üstü önkabul sayesinde doğallaştırılmıştır. Aynı mesele Smith’de salt mübadeleye indirgenerek gerçekleşir. Karşılıklı mübadelenin insanın doğal bir eğilimi olarak kabul edilmesine bağlanır iş bölümü ve manifaktür. Sonuç olarak bu ticarileştirme modelleri marksist literatürün içerisinde de hakimdir ki şu meşhur Dobb-Sweezy tartışmaları bunu gösterir niteliktedir. Wood kitabında tüm bunlardan bahsediyor ki bence gayet iyi bir özet geçiyor bu bakımdan. Fakat Dobb-Sweezy tartışmalarının ardından Robert Brenner’in Past and Present dergisinde 1976 yılında yayımlanan “Agrarian Class Structure and Economic Development in Pre-Industrial Europe” (Sanayi Öncesi Avrupa’da Tarımsal Sınıf Yapısı ve Ekonomik Gelişme) isimli makalesi kapitalizmi doğallaştıran ve tarih üstü bir konuma yerleştiren ticari modellere ciddi eleştiriler yüklüyor ve bu yaklaşım Wood’un kitabında açıklamaya çalıştığı zemini teşkil ediyor. Bu arada Brenner’in feodalizmden kapitalizme geçiş tartışmalarının ikinci raundunu başlattığını ki yine literatürde yeri büyük olan bu tartışmaların The Brenner Debate isimli kitapta toplandığını belirtelim.

Wood kitapta ayrıca Marx’ın gençlik dönemi eserleri olan Alman İdeolojisi ve Komünist Manifesto ile olgunluk dönemi eserleri olan Grundrisse ve Kapital arasındaki farka değiniyor. Alman İdeolojisi’nde ve Manifesto’da Marx’ın ticari burjuvazinin feodalizmin prangalarından kurtulmasına verdiği öncelik okuyanlar için neredeyse açıktır. Fakat yine bununla birlikte belirtmemiz gerekir ki tarihsel materyalizmin ilk ve en kaba biçimdeki ifadesini de ilk olarak Alman İdeolojisi’nde görürüz ki bu yapıtın temel sorunsalı genç Hegelcilerin maddi düzleminden kopuk idealist görüşlerinin eleştirisidir
[1]. Gelgelelim bu görüşten bir kopuş bağlamında değerlendirilebilecek olan Grundrisse ve Kapital’de sermaye ısrarla bir toplumsal bir ilişki olarak tanımlanır. Ve her toplumsal ilişki gibi tarihseldir. Wood bir marksist olarak bu kanalı takip etmiş ve gerçekten marksist yöntem olarak ifade edebileceğimiz bir biçimde kapitalizmi ve onunla birlikte ortaya çıkan burjuva rasyonalizmi olgusunun kökenini belli bir tarihsel durağa yerleştirmiştir. Dolayısıyla kapitalizm tarihin belirli bir anında belli koşulların bir araya gelmesiyle belli bir coğrafyada tesadüfen ortaya çıkmıştır ona göre. Hatta Dobb’un Sweezy’e karşı önceliği kırsal kesime atfetmesini ciddi bir ilerleme kabul etmiştir. Fakat Dobb’un da topu kırsala atmasının yanında sınıf çelişkilerine tanıdığı önceliği küçük meta üretimi olgusuna bağlaması söz konusu. Kapitalizm ise Dobb’a göre küçük meta üretiminin ilerlemesi ve sermayenin temerküzü ile birlikte ortaya çıkmış ve yayılmıştır. Fakat Wood kitabında küçük meta üretimi ve kitlesel mülksüzlüğün sürüklediği kapitalizmin arasındaki farkın salt niceliksel olmadığını, niteliksel bir farkın da olduğunun altını çiziyor.

Kitaptaki çok önemli bir nokta da prekapitalist piyasa ile kapitalist piyasa arasındaki farka vurgu yapması. Kapitalist piyasaları, kapitalizm öncesi piyasaların salt ticari kara yani ucuza alıp pahalıya satma anlamına gelen temlik karına dönük fırsatçı niteliği ile değil, emek üretkenliğini artırmak baskısıyla üretim yöntemlerini dönüştüren rekabetçi zorunluluklar içeren niteliği ile tanımlıyor. Bu vurgusu bence çok önemli olmakla birlikte birçok özgül koşulun zorunluluk olarak piyasaya geçişin İngiltere’de gerçekleşmesi anlamında İngiltere düzlemine de rahatlıkla oturtulabilmesi anlamında da önemli. Kitapta buna da ciddi bir bölüm ayrılmış. Bir de kapitalist piyasanın zorunluluk olarak tüm sınıfları üretim ilişkileri çerçevesinde kendi mantığına tabi kılmasına paralel olarak düşünce tarihindeki derin dönüşümleri de inceliyor. İngiltere özelinde tarımsal kapitalizasyon sürecinde temlik karının yanında (merkantil mantık da diyebiliriz) üretim yöntemlerinin dönüşümünün zorunluluğu Locke’un mülkiyet teorisinde yer buluyor. Bu konu bence emperyalizmin meşruiyeti açısından önemli olduğundan kitaptan alıntılamak yerinde olacaktır.

“Öyle görünüyor ki, Locke’ye göre mesele, bu türden emek faaliyetinden daha çok emeğin karlı kullanımıyla ilgilidir. Örneğin, Amerika’daki acre’ın değerini hesaplarken yerlinin çabasından ve emeğinin maliyetinden söz etmez, ama yerlinin bir kar elde edememesinden söz eder. Diğer bir ifadeyle, mesele bir insanın emeği değil, ama mülkün üretkenliği, onun değişim değeri ve ticari kara uygulanışıdır.” (sf. 123)

Locke’a göre bir toprak parçasına sahip olmanın tek koşulu onu emeği ile ekip biçmesidir. Kısaca toprağı emeği ile doğal halinden çıkardığında toprak onun doğal mülkiyeti haline gelir der, fakat kitabına başlarken “Tanrı dünyayı insanlara ortak olarak verdi” demeyi de ihmal etmez. Tüm çabası buradan bireysel özel mülkiyete nasıl varacağını tartışmaktan ibarettir. Fakat burada toprağı işleme argümanı Wood’un üzerinde ısrarla durduğu gibi ıslah üzerinden şekillenir. Toprağın karlı hale getirileceği özel mülkiyetin ortak mülkiyete üstün geleceğini işler. Tabi verimlilik ve ıslah ideolojisi çerçevesinde (burjuva rasyonalizmi de desek yanlış olmaz herhalde). Buradan da toprağı daha verimli işleyenin bireysel mülkiyet hakkının meşruiyeti fikrine varır.

“Bunun, sadece yerli üretim ilişkileri için değil, ama göreceğimiz gibi, mülklere sömürgeci elkoymanın haklı çıkarılması açısından da çıkarımları vardı.” (sf. 123)

Yine uzun bir alıntı yapalım,

“Ünlü ve çok tartışılan bir pasajda Locke, ‘Atımın ısırdığı ot, Uşağımın kestiği Çim, ve başkalarıyla ortak biçimde hakkımın olduğu herhangi bir yerde kazdığım Maden, Mülkiyetim olur...’ diye yazar. Bu pasaj ve Locke’in ücretli emek görüşüyle (çimi kesen uşağın emeği) ilgili çok şey yazılıp çizildi. Ama pasajla ilgili gerçekten çarpıcı olan şey, Locke’nin ‘Uşağımın kestiği Çim’i ‘Kazdığım Maden’ ile eşdeğer olarak ele almasıdır. Bu, benim, efendinin uşağımın emeğine el koymam değil, ama bu el koymanın ilkesel olarak, uşağın çalışma faliyetinden farklı olmaması anlamına gelir. Kendi kazışım, bütün niyet ve amaçlara rağmen uşağımın kestiklerine el koymamla aynıdır. Önemli olan nokta daha ziyade toprağını üretken kullanıma sokan, bir başkasının emeğiyle de olsa onu ıslah eden toprak sahibinin en az emek sarf eden uşak kadar – belki de ondan daha fazla – çalışkan olmasıdır.” (sf. 124)

Burada açık bir şekilde Locke ve özel mülkiyetçilerin içinden çıkamayacakları epey zorlu bir sorun vardır. Ancak bu durum kapitalist üretim ilişkilerinin ve hızla dönüşen mülkiyet biçiminin olumlanması anlamında ıslah nosyonunun ve piyasanın kar saikinin zorladığı rasyonalitenin zorunlu bir sonucudur. Yeni bir mantıktır.

Kitapla ilgili daha fazla ilerlemeyeyim ancak son bölümlerde kapitalizm-ulus devlet ve modernite-postmodernite tartışmasını yaptığını belirteyim. Son olarak eklemek gerekirse kitabı çeviren A. Cevdet Aşkın da gayet iyi bir işe imza atmış. Son zamanlarda okuduğum ve içerisinde doyurucu tartışmaların yapıldığı ve serildiği iyi bir kitap Kapitalizmin Kökeni. Buradan tartışabileceğimiz epey önerme çıkartabileceğimiz kesin.

****************************

[1] Yeri gelmişken belirtelim bu kitabın Sol Yayınları tarafından yapılan Türkçe çevirisinde orjinalinde olan ve Max Stirner’ın eleştirisine ayrılan uzunca bir kısım yoktur.

Tuesday, November 13, 2007

Nerelerde Geziyorum?

Düşünceler sitesinde bir yorumcu arkadaşımız (MisterNo) eline geçen mim fırsatını benden yana kullanınca takip ettiğim bloglar, köşe yazarları ve dergiler konusunda bilgiler vermem gerekti. Ne yalan söyleyeyim çok da içimden geliyordu böyle birşeyi yapmak. Aslına bakılırsa blog olarak da yazılı basın olarak da öyle çok fazla takip ettiğim yayın yok. Düzenli kitap okumayı tercih ediyorum. Hem daha bütünlüklü oluyor, hem de entelektüel perspektifimi genişletiyor. Nereden ilerlersem ilerleyeyim karşıma birsürü yol çıkıyor. Sorular azalacak diye beklerken artıyor, zaten entelektüel serüvenin en çekici yanı da bu benim açımdan.

Yazılarımın büyük kısmına vakıf olanlar tarafından takip ettiğim bloglar tahmin edilebilir. Yazı sıklığı ne olursa olsun hemen hemen hergün girdiğim ve tartışmalarda derinlikli ilerleme imkanı olduğundan yorum bırakmakta can attığım bloglar olarak Budalaca, Çarpım Tablosu, Jormungand, Frimus, Mutlak Töz’ü söyleyebilirim. Yorum bırakmasam da Çalışamıyoruz ve Seyrüssefer’i takip ederim. Artık açılacağı haberi ile beklenti içine girdiğim Jazzetta’yı da takip ederdim, açılırsa tekrardan devam edeceğim. Çok sık girmesemde üç günde bir ne var ne yok diye girdiğim Eleştirel Medya Günlüğü’nü de eklemem lazım listeye. Yazarı arkadaşa kırgın olsam da bakıyorum. Bunlar fikren dirsek temasında olduğum bloglar bir de tam olarak yanlarında duramayacağım perspektifleri olan fakat samimiyetleri ve bana katabilecekleri dolayısı ile takip ettiklerim var. Bazı yazıları ile beni şaşırtan ve kızdıran Düşünceler, samimiyetine inandığım ve bence liberal perspektifi dolayısı ile eleştirelliği dünya sistemi bağlamlı olarak epey sınırlı kalan Derin Sular[1], Türkiye’deki otoriter zihniyeti mizahi bir yaklaşımla deşifre eden ve kendi deyimiyle laf ola beri gele türünden yazılar yazan İzlenimler, yine son dönemlerdeki Kürt sorununu ele alışları açısından şaşırdığım Derin Düşünce, ayrıca zaman zaman yokladığım Müzmin Anonim, Uçan Balık diğer takip ettiklerim arasında sayılabilir. Tabi arada baktığım daha çok blog vardır ancak toplam liste bunlara tekabül ediyor. Unutmadan uzmanlık alanlarına dair yazdıklarından dolayı birçok zaman eksenlerinin kaydığını düşündüğüm A. Selim Tuncer ve Zeynep Özata’yı da ekleyeyim takip ettiklerime. Özellikle Selim abi ilgi konum oluyor bu kaymalarıyla benim için.

Blog yazarken güncelleme konusunda sıkıntılar yaşıyorum. Kafamı derleyip toparlama ve bütünlüklü ifade etmek konusunda ayrıca bir çaba harcadığımdan sürekli yazmak benim için zor oluyor. Yoksa merkez medyanın yazarlarının gündelik değerlendirmeleri gibi yalap şalap eksensiz bir yazı girmek gereksiz bir durumdur benim bakış açımdan. İhtiyaç duyarsam ve bu ihtiyaca binaen mevcut olguyu bir dizi ilişkinin içerisine oturtursam ancak yazının bir anlamı olacaktır, yoksa şu iyi şu kötü demek için yazmayı gereksiz buluyorum. Bir yazı ile bitirilebilecek işi on tane içi boş yazı ile saçmalayarak sermek merkez medyanın işidir, benim değil...

Ayrıca blog tutmaktan çok memnunum. Tolga, Kaçakkova, MKY, Friedrich Camus gibi birçok birikimli arkadaşla blog üzerinden radikal eleştirel bir konumdan tartışma imkanı buldum ki yukarıda da ifade ettiğim gibi kaçabileceğim limanlar oldular bu insanlar sanal alemde benim için. Pek çok tartışma alanı açabiliyor ve sonuna kadar götürebiliyoruz bu arkadaşlarla, tartışmalar ayrım noktalarına geldiğinde bile inanılmaz bir haz alıyorum. Belli ki aynı yerlerden bakıyoruz hayata, sınırlarımız olmuyor tartışırken. İster istemez bakış açılarımızdan her yere bulaşıveriyoruz.

Bunların haricinde selüloz olarak gazete almıyorum. Bu durum devam eden öğrenciliğimle de alakalı. Onun haricinde tez okumalarım bir günüm içerisinde epey vaktimi alıyor, keyif alıyorum tez konumdan açıkçası. Fakat özellikle kahvaltıdan sonra kahvemi elime alıp Radikal’e, Zaman’a, Milliyet’e, Hürriyet’e neler yazıyor diye bakıyorum. Ama o kadar. Onu haricinde Bianet’e uğramadan kendimi eksik sayıyorum, bütün yazıları okuyorum oradaki der isem herhalde abartma sayılmaz. İnsan sevgisi anlamında ele alınan bir hümanizm bağlamında kesinlikle Bianet en iyisi[2]. Militarizme ve Kürt Sorununa duyarlılık ve tutarlılık açısından en demokratik yaklaşım orada, sorumlu bir gazetecilik örneği sergiliyorlar tüm eleştirebileceğimiz yanlarına rağmen. Evrensel’e bakıyorum sonra, düzenli takip ettiğim bir köşe yazarları yok ancak Fuat Ercan ve İzzettin Önder yazar ise kesinlikle okumadan geçmiyorum. Özellikle yakından tanıştığımız Fuat hocanın benim açımdan çok özel bir yeri olduğunu belirtmeden geçmemek lazım. Bence Türkiye’de en tutarlı, bütünlüklü ve açıklayıcı analizlerin sahibi odur. Sonra Sendika’ya günlük olarak bakarım, yazarlar karışıktır orada fakat çok yakın bir arkadaşımın abisi olması vesilesiyle tanıdığım Umar Karatepe’yi yazdıkça takip ederim. Gerçekten çok iyi yazıyor. Son yazısı da tam ibretliktir[3]. Yine sol görüş içerisinde pek tutmadığım bir yerde de dursalar Sol’a günlük olarak bakarım.

Yukarıda dayanamadan bahsettiğim yazarların dışında merkez medyaya yüzümü döndüğümde takip ettiğim yazarlardan da bahsedeyim. Radikal bu anlamda iyi bir yerde benim için. Murat Belge, Yıldırım Türker iyi takip ettiklerimden ve tabii ki severek okuduklarımdan. Nur Çintay’ı da mümkün mertebe okumaya çalışırım. Radikal 2’den Baskın Oran ve Ahmet İnsel’i sürekli eleştirerek okurum. Gerçi hepsini severek okusam da şimdi giremeyeceğim daha önce bahsettiğim sebeplerle katılmadığım görüşleri vardır. Baskın Oran’ın emperyalizm üzerine yazdıkları genel olarak hiç katılamayacağım şeyler oluyor. Yöntemsel sorunlara sahipler Radikal 2 ve Birikimciler. Fakat Radikal 2’de ilgimi çeken tüm yazıları okurum. Sol’da pazar günleri yazan Türkiye’nin en iyi sosyal bilimcilerinden biri olarak gösterebileceğimiz Korkut Boratav’ı okurum. Hürriyet’ten hiçbir yazarı takip etmem ancak arada ne yazıyor diye Özdemir İnce’ye bir bakarım. Pek ciddiye alınacak türden biri değildir, fazlasıyla da dar kafalıdır, hiç beni yanılmamıştır bu konuda sayın İnce. İktisatçıları okumayı uzun zaman önce bıraktım, hepsi umutsuz vaka... Parasal ilişkileri ve teknolojiyi tüm düzlemlerin üzerinde tutup birer fetiş haline getirdiklerinden ne yazacaklarını bile önceden tahmin edebiliyorum. Toplumsal ilişkilerin bütünü konusunda iktisatçıların tümü kördür. Burjuva sosyal bilimsel ideolojinin dar kalıplarını aşamıyor hiçbiri. Bence geçiniz...

Zaman gazetesinde 27 Nisan muhtırası esnasında birçoklarının demokrat sandığı Mümtazer Türköne’nin militarist-faşist yayılmacılığa rey veren türde yazılar yazmasından sonra kafamda saç kalmayacağı korkusu ile hareket etmeye başladım[4]. Arada bile olsa takip etmiyorum. Zira AKP’nin ordu ile şimdilik anlaşmasının yankıları kendisine de ulaşmış. Hükümetten ve dolayısı ile yeni yükselen burjuvaziden yana tavır alınca demokratlık da bir yere kadar gidiyor tabiatıyla. Boşuna burjuva demokrasisi diye yazmıyormuşuz, varmış bir bildiğimiz demek ki. Mümtazer Türköne’nin tarafımdan eleştirisi daha uzun sürer, şimdilik bırakıyorum.

Dergileri tezim dolayısı ile neredeyse bıraktım. Arada sırada Monthly Review ve Birikim alıyorum o kadar. Bir de İktisat Dergisi var. Piyasa’ya da arada bakardım ancak tez girince araya hepten bıraktım. Çok dikkate değer bulmadığım, sadece oradaki tartışmaları da takip etmek için aldığım bir yayındır. Mümkün mertebe kopmamaya çalışıyorum hiçbir düşünce okulundan. Bir de dergi sayılmaz ancak MRZine.Org’da ilgimi çeken yazılar çıktıkça okuyorum.

Bende durum budur. Mim hakkımı ise Budalaca’dan yana kullanıyorum. Gerçekten merak ediyorum neleri takip eder, ne yapar. Umarım pasa cevap gelir de merakımızı gideririz birazcık.
*****************

[1] Şimdi derinlemesine girmek yersiz olur ancak Serdar bey’in resmi ideoloji eleştirisi ulus-devlet ve kapitalizm eksenine oturtulamadığından dünya sistemi bağlamında eleştirilerinin bir ayağı hep eksik kalıyor diye düşünüyorum. Karşı çıkışındaki samimiyetine inanıyorum ancak son yazı dizisinde epey tartışmalı bir psikoloji bilimini arkasına alarak özcü bir “insan tanımı”ndan hareket edişi çok tartışmalı diye düşünüyorum. Birbirleriyle birçok karmaşık bağ ile bağlı olan bir dizi ilişkiler setini birbirinden kopuk bir mentaliteyle ele alışı eleştirelliğini yöntemsel olarak sınırlıyor yazarın. Yeri gelmişken belirteyim dedim. Belki daha sonra derinlemesine tartışma imkanı bulurum.
[2] Salt “insan sevgisi” bağlamında kalındığı müddetçe benim açımdan bir sorun yok. Ancak insan merkezli bir düşünüş biçiminin eleştirisi olarak teorik bir anti-hümanizm mümkün olabilir. Bununla ilgili bir tartışma için bkz. Kacakkova, “Hümanizme Teorik Reddiye”, http://mutlaktoz.wordpress.com/, 15 Nisan 2007. (kacakkova atıfı da bir acayip durdu bu arada)
[3] Umar Karatepe, “Kardelen Ayşelerin Gerçek Şarkısı”, http://www.sendika.org/, 25 Ekim 2007.
[4] Hemen örneğini göstermek gerekirse bkz. Mümtazer Türköne, “Zor Oyunu Bozar mı?”, Zaman, 19 Ekim 2007.

Friday, October 26, 2007

Silahlara Veda...

Uzun zamandır televizyon izlemeyi bıraktım. İstesem de izleyemiyorum. Bu yazıda da analiz falan yapmayacağım zaten. Savaş... Savaşın tüm acılarına ve yıkıcılığına rağmen “teröre hayır” adı altında savaşın ve yayılmacılığın değişik bir biçimi sergileniyor. Ölenler yetmezmiş gibi yenileri isteniyor. Pekala “savaşa hayır” ve “artık barış ve demokrasi istiyoruz” demek yerine neden bir intikam duygusu dillere hakim oluyor, anlamak güç. Savaşta temiz taraf olmaz, savaş tüm tarafları kirletir. Ellerimizi kirletmeye ne kadar da meraklıymışız meğer. Faşizan bir ruh hali tüm medya tarafından ısrarla pompalanıyor, neyin siyaseti neyin haberi bu?

Sorunun savaşla çözümleneceğini zanneden ve hepimizin bir zamanlar ruhumuza yerleşmiş olan taraflarımıza seslenen ve histerik bir coşkuyla 80 yıllık bir sorunu hasır altı eden bir anlayışla hangi sorunun üstesinden gelebileceğimiz de fazlasıyla sorgulanması gereken bir durum olarak karşımızda duruyor. Kürt sorunu ve demokratik haklar üzerindeki baskının hafifletilmesi, çözüme yak
laşmak olacağı yerde savaşın ve militarizmin sonu gelmez çağrılarına kaptırıyor insanlar kendilerini. Biri yetmez, bir oğlum daha... Peki ne kadar ve nereye kadar? Ya merkez medya, o elleri ve kolları baştan aşağı kirlenmiş sermaye medyası ne yapıyor? Adı üzerinde zaten, “sermaye medyası”, güç ilişkilerinde nerede konumlanırsa oradan üfürüyor. Yanda geçtiğimiz günlerden birinde yakaladığım Milliyet gazetesinin bir haberinin başlığına dikkatle bakın, ne demek istediğimi anlarsınız.

Geçenlerde izlediğim bir haber bülteninde Gazi Mahallesinde son olaylardan sonra toplanan bir grubun protestosunun “hainler taşkınlık yaptı” başlığında yayınlanmasının ardından polisin kendilerine “gereken” karşılığı verdiği söylendi. O an kendimi Orwell’ın meşhur eseri "1984"ün içinde hissettim. Bir distopyada yaşıyordum. Saatler 21.00-22.00 aralığındaki herhangi bir anı vurduğunda perceremin dışından gelen seslerle kitabımı elimden bırakıyordum her akşam, dışarıda upuzun kalabalıklar hep bir ağızdan aynı şeyleri tekrar ediyorlardı, nefretleri vardı, ben ise barış isteyen bakışlarımla sürekli onlara bakıyordum, her gece. Peki bu şiddet değil miydi?

Hafta boyunca tvlerden yapılan kışkırtıcı haberler şiddet değil miydi? Artık kimse Kürtlerin yaşadığı sıkıntıları ve demokratik talepleri konuşmuyordu, savaşın nasıl kazanılacağı üzerine türlü türlü taktikler masa başına seriliyordu, “terörün” “içerideki” ve “dışarıdaki” uzantıları bitirilmeliydi. Peki şiddeti doğuran sorunun kendisi ortalıkta durmuyor muydu? Silahlı şiddete zemin sağlayan bir sistem ortadayken hangi kılıç döğüşü bizlere barışı getirecekti. Silahlara veda demeli artık. Tez vakitte. Savaş iki tarafı da kirletti, devam ettikçe bizler de kirleneceğiz. Biz kim? İçerisi kim? Dışarısı kim? Kullanılan kavramlar bile kendilerini açık etmeye yetiyor zaten. Savaş belli ki içerideki muhaliflere karşı da veriliyor aynı zamanda. Ben ise savaşa hayır, inadına barış ve demokrasi demeyi tercih ediyorum. Aynı “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz!” demeye devam ettiğim gibi...

*Askeri Çözüm Yok: Ne Kürt Sorunu, Ne Türk Sorunu İçin – Ertuğrul Kürkçü
*Türkiye’de Gündelik Hayatın Olağanı: Faşizm – Fırat Dinç
*Bırakalım Herkes Siyaset Yapsın, Silahlar Sussun – Rüstem Avcı
*Hayatımız Zamanaşımı – Yıldırım Türker
*“Tadında Bırakma”yı Bilmemek – Baskın Oran

Wednesday, October 17, 2007

Yeniden...

Bugün bir toplantı vesilesiyle dışarı çıktım evden. İki üç gündür pek dışarı çıkmıyordum. Hem biraz tez için okuma yapmak hem de geçtiğimiz haftalarda ufak da olsa yaşadığım hareketliliği bastırmak maksatlı bir kapanmaydı sanki bu. Sonbaharın gelişinden olsa gerek geçmişin izini süren bakışlarla çevreyi seyrederek bindim metroya. Konak’ta indim, bir kitapçıya girdim. Göz gezdirirken tam da sözleştiğimiz gibi arkadaşımla buluştuk, kitapçıda bir çay içtik ve kitaplarımı daha ucuza alabileceğimiz bir yere gidip almam gereken kitapları aldım ve sonrasında da toplantıya gittik. Toplantı bitti ve çıktık.

Nedendir bilinmez, sonbahar akşamlarının karanlığı ve serinliği, özellikle de mevsim başıysa geçmişiyle ve yaşanmışlığıyla yüzleştirir insanı her nesneye bakışında. Onlardan yaşanmışlığına, ruhuna dokunan anlamlar çıkartır. İçinde en sevdiğin şarkılar çalar en aşklı anlarına dair. Bu şarkılar içimde çalarken, bakışlarım gözleri delerken ve beni yorarken, çıkışta bir vesileyle oturduğumuz yerde bir hocama eşlik etmek için biramı içiyordum. Fazla oturmayacaktım zaten, hızlı hızlı içiyordum kendimce, konuşmaların eşliğinde soğuk rüzgar yüzüme öyle bir vuruyordu ki dondurmak istiyordum o anı. Bir yüz, en derinlerden aklımı alıyordu, geçmişten gelen ve hiç bırakmayan. Herşey hatırlatıyor diyoruz ya, zamansız sonbaharın hikmeti. O sırada beklenen dört misafir geldi. Biriyle el sıkıştık ve kısa bir an için de olsa yüzyüze geldik, o kadar güzeldi, saçları siyahtı ve etkileyiciydi ki, en derinlerden gelen haykırışım beynimde çakıyordu, yine o yüz. Yine o yüzdü aklıma gelen, yine en anlamlı yerde ve zamandaydı. Buradaydık...

Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur
İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur

Tutsak ustura ağzında yaşamaktan

Kimi zaman ellerini kırar tutkusu

Birkaç hayat çıkarır yaşamasından

Hangi kapıyı çalsa kimi zaman

Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu


[Attila İlhan / Ben Sana Mecburum]

*******************************
Budalaca! Senin dizelerin hangisi bu aralar... Anarşist dost bir dokundu bin ah işitti belli ki!

Wednesday, September 19, 2007

Apolitik Siyaset veya Burjuva Demokrasisi

Günümüzde siyasal alana dair yapılan analizlerde dikkat çekilebilecek bir unsur, siyasal olan ve ekonomik olan ayırımı. Bu ayırımın bu kadar net yapılabilirliğini liberal paradigmanın hakimiyetine bağlamak olası. Bu biçim sola da ucundan kıyısından sirayet etmiş durumda. Söylemde hakimiyet kuran bu biçim maddi zeminde de işlevini yerine getirmekte. Siyasal alanın geniş kitlelere dayanmasının önünü tıkayan bir tıkaç olmasının yanında bu alanı daraltıcı bir işlevselliğe de sahip politika yapma biçimlerinin üretim ilişkilerinin günümüzde geldiği aşamanın bir sonucu olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz.

Netice itibariyle söylemler düzeyinde şekillenen ve sembollerle kitlelere seslenişin ve bu sembollerin yeniden sürekli olarak siyasal sahneye çıkışının ve bu sembollerin çatışmasının farklı sınıfsal-grupsal çatışmalarının bir görüngüsü olduğunu ifade edebiliriz. Bu bağlamda ekonomik olan ile siyasal olan zaten birbirine girmiş vaziyette ve bu kodların acilen deşifre edilmesi gerekliliği kendisini hissettirmektedir. İktisatçıların tam da bir ikiyüzlülük örneğiyle sürekli dile getirdikleri siyasetin ekonomiye müdahale etmemesinin “gerekliliği” aslında siyasal alanın sürekli olarak geniş kitlelere kapatılması anlamını taşıyor. Ekonomik olan piyasaya sıkıştırıldığı ölçüde burjuva parlamenter demokrasisinin ne menem bir demokrasi olacağı gözümüzde rahatlıkla canlanabilir ve hatta sivil anayasa çalışmalarına bu gözlükten de bakabiliriz. Seçim öncesinde bilinçdışına hitab eden kodlar kişileri sınıfsal dayanaklarından kopardığı ölçüde kendi gerçekliğinden soyutluyor ve kendi gerçekliği ölçüsünde siyasal alana dahlini olanaksız kılıyor. Sınıfsal ilişkilerin odağında yer alan bir piyasa sürecinin kendine has bir takım kurallarla işlemesi veya işlevsellik kazanması, yaratılan bu kodların bir takım çatışmalar vesilesiyle iktidarın yeniden üretilmesine bir gereksinmedir. Bu çatışma düzeyi ve ilişkisi, sistemin de yeniden üretiminin başat bir unsurudur aslında. Bu bağlamda sınıfsal ilişkiler bu kodlamalardan bağımsız değildir çatışmayı ve sistemi yeniden ürettiği ölçüde.

Fakat insanların gündelik hayatlarında siyasete katılımı bu simgesel ve kodsal düzeyde oluyor ki işin can damarı da zannedersem burası. Fakat bu simgesel düzlemden maddi zemine dair açıklamalar o kadar da net yapılamıyor. Yani ikisinin arasındaki ilişkinin biçimine dair kurgular zaman zaman çelişebiliyor. Açıkçası benim psikanalize ihtiyaç duyduğum nokta tam da bu bilinçdışına dair noktalar. Resmi ideolojinin yaratabildiği zihinsel tahrifatın ve sınıfsal zeminden kopartılan insanın gerçekliğine dair içeriğinin orada bulunabileceğini düşünüyorum. Her neyse.

Yukarıda da ifade ettiğim ekonomi-siyaset söylem bazındaki ayrışmasının bizleri getirdiği nokta ve işlevi belli. Maddi süreç içerisindeki rolü belli bir durum bu. Bu durumda iktisadi alan hızla politikleştirilecek sermayenin organik aydınlarının söylemlerinin tersine, politikleştirilmeli.

Var olan demokrasinin bu biçimi ki burjuva demokrasisi diyebiliriz rahatlıkla, kendi gerçekliği ölçüsünde siyasal alana dahli olanaksız kılıyor dedik. Zaten yaratılan kodlar düzeyinde siyaset yapıldığı için emekçilerin, çalışanların mücadelesi daha baştan kaybediliyor her seferinde. Ancak hazır aklıma gelmişken hatırlatmak gerekir ki bu semboller dünyasını salt sınıfsal gerçekliklere indirgemek de bana pek olası gelmiyor. İktidar odaklarının simgesel dünyaya ciddi bir etkide bulunduğu ise reddedilemeyecek bir gerçeklik. Asıl zorluk ise bu noktada. Simgesel düzlemde yaratılan yapay siyaset biçimlerinin etkisi ortada iken sınıfsal siyasetin etkinliği nasıl sağlanacak? Kitle iletişim araçlarının önü alınamaz yükselişi teknikle birlikte iktidar aygıtını da sürekli büyütüyor ve büyüttüğü ölçüde de semboller dünyasını genişletiyor ve daha da rahat kullanılabilir bir alan yaratıyor kendisine. Bu genişleme ölçüsünde bahsini ettiğimiz geniş kitlelerin siyasal alanda etkinlikleri de daralıyor.

Eskiden sadece Kemalizme dair geliştirebileceğimiz kendine has geç kapitalistleşmiş burjuva demokrasi biçimi bugün daha çok kitaba uymaya başlayan burjuva biçimiyle başka bir şekil alıyor. Fakat öz olarak birşeylerin değiştiğini söyleyemeyiz. Siyasal alan yine birçok kesime fazlasıyla kapalı. Maddi gerçekliklerin siyasal gerçekliklerle örtüşmediği yerde dillere pelesenk olan bireysel haklar da esasında hiçbir anlam ifade etmiyor. Çünkü kitleler bu haklarını kullanacak maddi koşullara ve araçlara sahip değil.[1] Süreçle birlikte giderek daha çok daralan siyasal alan ile birlikte bunun mümkünlük koşulları da daralıyor.[2] Belirli kodlarla siyaset yapma pratiğinin ne tür bir karşılama biçimiyle geri çevrilmesi sorunu da belleğimi fazlasıyla meşgul ediyor. Belki buradan yaklaşmak taktiksel gelebilir ama bir o kadar da gündelik yaşamımıza kadar giren pratiğin bir yansımasını ve uzantısını oluşturan bir siyaset biçiminin parçası bu durum, dahası mevcut sistemin koşullandırdığı bir zemin diyelim, bir nevi siyaset yapmanın koşulu. Televizyonlar ve kitle iletişiminin geldiği aşama sadece iş zamanının kontrolüne dönük değil, boş zamanın kontrolüne dönük taraflarıyla da siyaset yapma biçiminin bir parçası. Televizyonlarda her daim oynatılan şeyler sadece ahlaki kodlamaları yeniden üretmekle kalmıyor aynı zamanda da siyasal alanda çatışmayı yeniden üretecek kodları da bizlere veriyor. Bu durum da iktidar aygıtının bu çatışma üzerinden yeniden üretilmesi ve büyümesi sonucunu doğuruyor. Şimdi siyasal olan ile ekonomik olanı ayırmanın güdük bir söylem olduğu bir gerçektir artık. Fazla ciddiye almaya bile gerek yok. Neticede bu durumu üreten bir maddi gerçeklik siyasal olanla birliktedir, onunla anlamlıdır, hatta bu ayırımın kendisinin anlamsız olduğu iddiasını da olgunlukla karşılarım. Bu ilişkiler setinden bir kısmını çekip buna ekonomik diyemeyiz. Bu işin bir kısmı tabii ki.

Haydi şimdi de bu anlatım üzerinden sivil anayasa tartışmalarına bakalım isterseniz. Ne göreceğiz dersiniz?[3]
************************

[1] Bu konuda daha önce yazmış olduğum bir yazı için bkz. “Bireysel Haklar ve Kapitalizm: Düşman Kardeşler”, 29 Aralık 2006.
[2] Yeri gelmişken belirtelim, tam da bu nokta ekseninde kesinlikle okunması gereken bir başka makale için bkz. Fuat Ercan, “Daralan Alanda Paslaşmalar: Siyasal Olan ve Siyasal Alan Üzerine Düşünceler”, İktisat Dergisi, Temmuz 2007, Sayı: 487.
[3] Yazının birçok noktaya aynı anda değinmeye çalışan karmaşık üslubu için sadece bir özür dilemek gelir içimden. Maksat birçok noktayı tartışmaya açmak ve derinleştirmektir nihayetinde.

Paris Komününe Bin Selam

Tolga bizi mimlemiş. Paris Komünü kodlu olarak, yani en yakınımızdaki kitabın 187. sayfasının 1. cümlesini yazmamız gerekiyor. Benimde bahtıma bu aralar henüz yeni okumaya başladığım "İtalya'da Radikal Düşünce ve Kurucu Politika" isimli Harry Cleaver hariç gerisi İtalyan olan otonomist marksistlerin derlemesi çıktı. En yakınımdaki kitap buydu. Gerçi kitaplar bilgisayarın yanında üst üsteydi fakat bu kitap en üstte yer alıyordu. Neyse sözü uzatmayalım ve 187. sayfanın ilk cümlesine sözü verelim;

"Oidipus mitinde Oidipus'un bedeni ve arzuları bireyin özgür iradesinin, otonomisiyle beraber bilgi ve irade arasındaki ilişkinin oluşumuna önemli olçüde katkıda bulunur."

Yukarıdaki satırlar kitap içerisinde Alisa Del Re'nin yine kitabın 187. sayfasında başlayan "Kadınlar ve Refah: Jocasta Nerede?" başlıklı yazısının ilk cümlesi. Tolga mimledi ama tam da ona göre bir cümleyle karşısına çıktım. Belki bu cümleyle iştahlanıp kitabı okumak isteyenler çıkabilir. Belki de cümleyi Paris Komününe bağlayanlar çıkabilir. Bence bu sonuncu durum pekala olası! Tam da Paris Komününe dair bir yerlerden gelen bir cümle!

Paris Komününe Bin Selam...

Tuesday, August 21, 2007

Eşcinsellik Tartışmaları

“Ellerim: Bana maddeleri bildiren, ama onları benden sonsuzluğa dek ayıran o aşılması, yok edilmesi olanaksız mesafe. Ben hiçbir şey değildim, hiçbir şeyim yok benim. Işık kadar dünyaya bağlı, onun kadar dünyadan ayrılması zor bir varlık: Ama sürülmüş, taşların ve suyun yüzünde kayan ışık gibi yalnız ve sürülmüş, ne var ki, beni hiçbir şey, asla bir yerlere getirip bırakmıyor ya da kum gibi yığılmıyor bir sahile. Dışarı. Dışarı. Dünyanın dışında, geçmişin dışında, benim dışımda; özgürlük bir sürgündür ve ben özgür olmaya mahkumum.”
[Jean-Paul Sartre / Yaşanmayan Zaman]

Eşcinsellik arada sırada bir vurkaç edasıyla bloglarda tartışılıyor. Bu tartışmalara girmemeyi tercih ediyordum ancak bazı tanımlamalar ve çizilen sınır çizgileri dikkatimi çekti ve tartışmanın daha eleştirel bir çözümlemesini yapma gereği duydum. Eleştirellik tartışmayı sınırlayan ve ufku daraltan bazı sistemsel sebepler üzerinden tartışmayı reddeden bir perspektifi zorunlu kılıyor. Tartışmayı yönlendiren en önemli sorun ise içine doğduğumuz ve bizleri koşullandıran düşünüş biçimlerinin mutlak ilan edilmesi ve çerçevesinin bu eksende çizilmesi. Önce varoluşa dair bir tartışma yapmak gerekli görülüyor. Neticede farklı varoluşsal tanımlamalara açık olmak bir özgürlük sorunudur.

Varoluşun sıkıntılı bir süreç olduğu malumumuz. Varoluşumuz bizler tarafından çeşitli faktörler ekseninde tanımlanır. Şimdilik bu tartışmayı genelde bu şekilde yönlendirmeyi sevdiklerinden, itiraz hakkı saklı olmakla birlikte varoluşu iki bileşene ayırmayı tercih ediyorum. Birinci ayrım noktasını varoluşun öze dair bileşeni olarak koyalım. Bu öze dair bileşene biyolojik unsurlar ile duygusal bir takım eğilimleri de yerleştirelim (örneğin yine tartışma hakkı saklı olmakla birlikte saldırganlık eğilimi). İkinci ayırım noktası olarak da çevresel ve tarihsel unsurları yerleştirelim. Ancak burada önemli bir noktayı şerh düşmek gerekiyor. İnsanın özüne ve doğasına dair bir önermeler silsilesi de ideolojinin kendisinden bağımsız değildir. Neticede doğallık varsayımı ideolojik bir kör noktayı da barındırıyor. Ayrıca bunu aşsak dahi bir ikinci sorun da doğanın herhangi bir gerekçe ile başvurabileceğimiz bir üst mahkeme olamayacak olmasıdır.

Ayırımımızı tanımladık. Bir öncül olarak da eşcinselliğin ciddi bir kimlik ve varoluş krizinin belirtisi olduğu söylenir. Fakat böyle bir krizin temelinde neden bir materyalizm veya salt “eşcinselik” aranır, orası hep açıktadır. Halbuki varoluşun kendisi, her türlü varoluşsal durumun aslında bir sorun, bir arayış içerdiğini öngerektirir. Varoluşun kendisi bir sorun, bir arayış ve bir krizdir. Kendini bulmak noktasal bir süreç değildir. Bunu en iyi Edward Said’in yürüttüğü entelektüellik tartışmalarında bulabiliriz. Entelektüel’in varoluşunu bir yalnızlık, bir evsizlik olarak tanımlar Said. Aslen tam bir varoluşsal kasıntı durumu.

Şimdi varoluşumuzu tanımladığımız, aslında herhangi bir insanal özelliği, öze veya çevresel-tarihsel kategorilerden hangisine dahil edeceğimizin ideolojik bir sorunsal olduğu noktada yine de tartışmayı buradan yürüttüğümüzü farzedelim. Zaten ideolojiden hiçbir şekilde kurtulamayız. Eşcinsellik birinci veya ikinci kategoriye dahil olsa bile bunlardan hangisinin “hastalık” olarak tanımlanacağını belirleyecek kerameti kendinden menkul ölçütümüz nedir? Yani bir blog sitesinde hedonizmden kuvvet alan bir eşcinselliğin mazur gösterilip diğerlerinin mazur gösterilmemesi aslında bahsini ettiğim bu ikili ayırımdan kök alıyor[1]. Eğer birinciye (öze) dahil ise “hastalık” olarak isimlendiriliyor ve sapkınlık olarak da nitelendiriliyor. Tabii ki kendini ilgilendiren ideolojik gerekçeleri olduğunu tarafımdan saklı tutarak. Fakat eğer çok da rahat olarak varoluşa dahil olarak ele alabileceğimiz bir öğeyi neden sapkınlık olarak nitelememiz gerektiği ister istemez sorulacaktır. Doğal durum söylemi yukarıda da ifade ettiğim gibi yetersizdir. Neticede bahsi geçen yazıdaki gerekçeler veri normların kabulü ve doğallık ideolojisinden destek alıyor. Halbuki belirttiğim üzere iki öğe de varoluşumuza dair.

Sapkınlık veya “normal” durumun tanımlanması ve dışında kalana “anormal” ve dolayısı ile ıslah edilmesi gereken azınlıklar gözüyle bakılmasının tarihini iktidar ilişkilerinde aramamız gerekiyor. Burada veri bir sistem ve normların içerisine doğduğumuz ve onları veri kabul ederek yüzeysel bir sorgulama mekanizmasına giriştiğimiz açık[2]. Neticede mevcut iktisadi ve siyasal aygıtın ekseninde tanımlanan bir tanım-kavram “normal”. İktisadi ve siyasal aygıtın bir toplumsal ilişkiyi belirttiğini belirteyim. Onun üzerinden yükselen normların ve kurumların tanımladığı biçimden hareketle bir tanımlamaya gidiliyor. Dolayısı ile toplumun bütün bireylerinin bu aygıtın bir tarafında konumlandığı ve bu aygıtın yeniden üretiminin baz alındığı bir ideolojik çerçeveden hareket etmenin gerekliliğini sorgulamaya kadar gelip dayanıyoruz. Bu tip bir sorgulamama olgusuna kenetlenmiş, yani yabancılaşmış biçim üzerinden temellenen sorgulama zincirinin meşruiyetinin kaynağı nedir? Cevap açık: Yine kendisi. Dolayısı ile bu kavramdan (normal) hareket etmemiz ciddi derecede sınırlamalara götürüyor bizi.

Bu bakımdan entelektüelleri de toplumun “hastaları” olarak görebiliriz. Gerçi bahsi geçen yazıda öze dair olanlar hastalık olarak adlandırılıyor ancak onun da varoluşa dair olduğu ister istemez kabul edilemez oluyor. Toplumun geneli, toplumsal olan veya doğanın kendisi başvuracağımız herhangi bir üst mahkemeyi oluşturamaz. Bu konuda başvurabileceğimiz yegane gerekçe kişinin varoluşudur ve bunu da ancak kendisi tanımlayabilir. Bu bir özgürlük sorunudur. Bu özgürlük sorununun bahsini ettiğim iktisadi ve siyasal aygıttan kökünü aldığının da üstüne basa basa duruyorum. Deliler, eşcinseller, entelektüeller...
*************

[1] T. Suat Demren, “Eşcinsellik”, Dusunceler.Org, 20 Ağustos 2007.
[2] Yukarıdaki yaptığım tartışmayı destekleyecek nitelikte ve farklılık-aynılık ikilemini tartışan ve okunmasını tavsiye ettiğim bir yazı olarak bkz. “Eşcinsellik Üzerine Bir Deneme: Hepimiz Ermeniyiz ama Hangimiz Eşcinsel?”, http://budalaca.blogspot.com, 14 Nisan 2007.

Güncelleme [24 Ağustos 2007]
Eşcinsellik tartışmalarına Çarpım Tablosu'ndan Tolga'da katıldı. Kendi çözümlemesiyle de ufkumuzu açmış oldu. Genel olarak psikanalitik bir bakışın yanında benim de üstünde durduğum "aklın araçlaşması" olgusunu da çözümlemesinde önemli bir yere yerleştirmiş. Yazıya şuradan ulaşabilirsiniz.

Friday, August 3, 2007

At(ın) Gözlükleri!

“Kendileri böyle bir çabayı tamamıyla anlamsız bulsalar da, ilkelerini meşrulaştırma yollarını biraz kurcaladığımızda, pozitivistlerin dogmatizmi hemen açığa çıkar. Pozitivistler, Tomasçılar’ın ve pozitivist olmayan bütün öbür filozofların akıldışı yöntemlerine, özellikle de deneyle denetlenemeyen sezgiye karşı çıkmaktadırlar. Buna karşılık, kendi kavrayışlarının da bilimin gözlenmesine dayandığını öne sürmektedirler. Başka bir deyişle, bilim kendi nesnelerine nasıl deneysel olarak doğrulanabilir gözlemlerle yaklaşabiliyorsa, onlar da kendilerinin bilime öyle yaklaştığını iddia etmektedirler. Ama can alıcı soru şudur: eğer bilimin ve doğruluğun tanımı yine bilimsel doğruya ulaşma yöntemlerine dayanacaksa, bilimin ve doğruluğun ne olduğunu nasıl belirleyebiliriz. Bilimsel yöntemin haklılığını ve varlık nedenini yine bilimin gözlemlenmesi yoluyla elde etme çabalarında hep aynı kısır döngü görülür: gözlem ilkesinin kendisi nasıl aklanacaktır? Bir aklama istendiğinde neden gözlemin doğruluğun tek güvencesi olduğu sorulduğunda, pozitivistler yine gözlemi yardıma çağırırlar. Ama gözleri kapalıdır. Pozitivistler, araştırmanın makineyi andıran işleyişini, olgu toplama, doğrulama, sınıflandırma vb. çarkını durdurup, bunların anlamı ve doğrulukla ilişkisi üzerinde düşünmek yerine, bilimin gözlemlerle hareket ettiğini tekrarlar ve işleyişini betimlerler. Kuşkusuz, işlerinin doğrulama ilkesini gerekçelendirmek ya da kanıtlamak olmadığını, sadece bilimsel terimlerle konuşmak istediklerini söyleyeceklerdir. Başka bir deyişle, kendi ilkelerini –doğrulanmadığı sürece hiçbir önermenin anlamlı olmadığı ilkesi- doğrulamayı reddetmekle, petitio principii (kanıtlanması gereken ilkeyi varsayım olarak kullanma) hatasına düşmektedirler.”
[Max Horkheimer / Akıl Tutulması]

Ben ekonomitürk’ten dürüstçe bir cevap beklerken yine güdük bir analizi sürdürme konusunda ısrar geldi. Ben de konuyu daha da açıklığına kavuşturma gereği duyduğumdan bu yazıyı yazma gereğini duydum. Zira yeter artık, birşey ifade etmeyen sonuçlar çıkarmaya çabalamayın, bu gini meselesinden size ekmek çıkmaz demek gerekiyordu. Şimdi Ekodok imzalı güdük analizin güdüklüğünü ortaya koyalım ve esasında bir önceki yazımı bir yorum daha bırakmama rağmen anlamış olmalarını da ifade edelim.

Bir kere rakamları grafiğe koyarsanız dalgalanma çok net görünüyor. İlk olarak söyleyebileceğiniz tek net ifade dalga boyunun kısaldığı olabilir o kadar ancak bu da dalgalanmanın olmadığı anlamına gelmez. Fakat Ekodok aşağıdaki ifadelerle söylediklerimi zerre anlamadığını ortaya net olarak koyuyor;

“İsterseniz şu rakamları bir de grafik haline getirip bakın. Yahu burada nasıl sadece konjonktürel bir dalgalanma vardır dersiniz Allah aşkına... Evet, arada dalgalanmalar var ama eğilimin aşağı yönlü olduğu o kadar açık ki. İsterseniz bir de trend analizi yapıp sonuçlara bakın. Ben yaptım ve yüzde 5 düzeyinde istatistiksel olarak anlamlı bir negatif eğilim tespit ettim.”

Ağır ideoloji yüklü yazıları sevmediğini iddia eden birinin bu tarz ideoloji yüklü bir cevap vermesi de biraz ironik olsa gerek. 45 yıllık aralıktan yapısal hiçbir kırılma dönemini hesaba katmadan yukarıdaki sonucu çıkartmak biraz ilginç. Ayrıca orada 5 tane ayrı gelir grubu var iken salt giniye indirgeyerek değerlendirmek sağlıklı değildir. Hepsine ayrı ayrı bakmak gereklidir ki dalgalanma çok çok çok net olarak gözlemlenebilir. Şimdi devam edelim, zira asıl anlaşılmayan ana nokta hala duruyor ki ona da nedense son uyarıma rağmen bir cevap gelmemiş, birazdan bahsedeceğim.

Özellikle önceki yazımı anlamadığını şu ifade daha bir net ortaya koymuş;

“Üstelik Tansel Bey'in nedense(!) yer vermediği 2003, 2004 ve 2005 yılı verilerini de ele alırsak daha da güçlü bir negatif eğilimle karşılaşırız. Çünkü bu üç yılda Gini katsayısı düşüşe devam etmiş ve 0.42, 0.40 ve 0.38 değerlerini almıştı.”


“Nedense” diye bir tabir kullanmasına anlam veremedim zira kendilerini eleştirdiğim yazımda dipnot olarak verdiğim Ekonomix imzalı yazıdan hareketle son 4 yılın gini rakamlarına ulaşılabiliyor. Ayrıca birçok haber sitesinde bile mevcut. Ayrıca daha önce yine aynı sitede bahsi geçen konuda kendileri ile yazışmıştım ve orada da bu veriler mevcuttu. Bu konuyu ben ilk defa sizlerle tartışmıyortum ki? Sanki ilkmiş gibi kinayeli yazılmış. Herhalde Ekodok bey yeni bir yazar olduğundan sitesine benim kadar hakim değil. Olabilir. Neyse; eleştirimi zerre anlamamış çünkü ben bahsi geçen yazımda salt AKP politikalarına odaklanmamak gerektiğini de şu sözlerle ifade etmiştim;

“Fakat süreç tek taraflı değildir, bütün bu maddi koşul içerisinde farklı sınıfsal konumlanmalar, dünya sistemi içerisindeki farklı toplumsal sistemler ve bu sistemler içerisindeki sisteme eklemli özgül toplumsal formasyonlar mevcuttur. Okumayı genel biçimiyle yapmalıyız. Sadece rakamlar bize hiçbir şey söylemezler. O yüzden bakışımızı genel odaklı olarak çevirmeliyiz. AKP hükümeti genel sürecin bir parçası olarak okunmalıdır. Dolayısı ile yapısal reformlarının meta ekonomisinin genişlemesi yönünde olması son derece normal olmak ile birlikte sağlıkta dönüşüm, kentsel dönüşüm projeleri bütün bu sermaye birikim sürecinin birer parçasıdırlar.”

Hatta daha yazımın başında AKP’nin bütün resim içerisinde yapısal eğilimin bir parçası olarak okunması gerektiğini yöntem bakımından şu sözlerle ifade etmiştim ki Ekodok’un son yazısında ifade etmekten ısrarla kaçındığı asıl eleştiri noktam da aşağıdaki cümlelerimdir;

“Oysa sadece rakamları ortaya döküp gitmek değildir marifet, marifet bu istatistiki verileri sistemin yapısal eğilimleri ile birlikte genel sürece oturtarak değerlendirmekte.”

Dolayısı ile salt AKP döneminden ziyade genel bir resim çekmek istedim, burada kendi yorum yapan okuyucularının bile ifade ettiği gibi gelir dağılımında yıllar yılı tek bir düzelme eğilimi görülmemiş ve tüm grupların gini hesabı içerisindeki tüm hatalı beyanlara rağmen (ki bunlar da çok büyük çoğunlukla yüksek gelirliler tarafından yapılmışlardır) ve gininin kendi içerisindeki problemlerine rağmen rakamlar çırılçıplak bir gerçeği göstermişlerdir. Sistemin yapısal eğilimlerini değerlendirerek genel bir resim çekme gayreti de bize salt AKP dönemi Türkiye ekonomisine odaklanmamızı engellemiştir. Ama kendileri, ideolojik olmadıkları halde (ki böyle birşey kimse için mümkün değil) ideolojik duruşları gereği resmi bütünüyle yapısal eğilimleriyle birlikte okumak gayretinden doğal olarak kaçınmışlar ve neredeyse 45 yıllık durumu insana pes billah dedirttirecek şekilde iyi okumayı başarmışlardır (5 gelir grubuna ayrı ayrı bakmamaları şaşırtıcı).

Ayrıca yine aynı yazımda salt istatistiki verilerin bize birşey söylemeyeceğini ifade ederek şunları söylemiştim;

“Bütün bu istatistiki veriler bize belli bir resim çekerler ama gerçekliğe dair kesin bilgiler vermezler, teorik bir kanıt niteliği taşımazlar.

*********

İktisatçıların buradaki temel sorunu açıkça görüldüğü üzere tarihsel-yapısal gerçeklikleri göz ardı ederek, belli tarih aralıklarını ele alıp, üstüne üstlük çok cüzzi düzelmeleri bile “bakın herşey iyiye gidiyor, görmüyor musunuz rakamları” yaklaşımı ile, ele aldıkları zaman aralıklarını tarihsel düzleminden kopartmaktır.”


Yukarıdaki yazdıklarım eleştirimin ana noktalarıdır. Asıl cevap verecekseniz bunlara cevap vermeniz gerekiyor. Kuru bir ampirisizm ile sosyal bilim yapmaya çalışır iseniz birileri de size çıkıp “hayır” deyiverir mazallah.

Ayrıca madem ki sosyal bilim yaptığınızı iddia ediyorsunuz farklı toplumsal formasyonlardaki farklı sosyal koşullanı niçin hesab etmekten kaçınıyorsunuz? Feodal toplumun analizinde ortaya koyacağımız kategorilerle kapitalist toplum için ortaya koyacağımız kategoriler veya analiz birimleri aynı olabilir mi?

Dolayısı ile şahsımın ifade ettiği yapısal eğilimlerin ideoloji yüklü olduğu ifadesini kullanarak, bu eğilimlerin sizin analizinizde yer etmemesini üstü kapalı kabul etmenizi anlamlandırabiliyorum. Nasıl ki feodal toplumun (veya kapitalizm öncesi herhangi bir toplumsal formasyonun) yapısal koşullarını, durumlarını, eğilimlerini hesaba katmak gerekiyor ise bu toplumların analizlerini yaparken; aynı şey kapitalizm için de geçerlidir. Önce bunu bir yapın, sonra rakamlarına üstüne yerleştirisiniz. Aşağıdaki sözünüz boş bir ampirisizmden başka birşey ifade etmez (sizi Horkheimer'dan yaptığım yukarıdaki alıntıya yolluyorum!);

“Verileri değerlendirirken tüm önyargılarınızdan sıyrılın. Sadece matematik bilgilerinizi kullanarak verilerin ne söylediğini anlamaya çalışın. Çoğu zaman bunun için ilkokul matematiği bile yeter. Ancak kesin karar veremediğinizde daha gelişmiş teknikleri de kullanabilirsiniz.”

Unutmayın ki yukarıdaki ifade de ideolojik bir ifadedir. Ne Keynes “Genel Teori”yi yazarken, ne Marx “Kapital”i yazarken sermaye birkiminin koşullarının analizlerinden bağımsız düşünmemişlerdir. Örneğin Keynes yatırımların sermayenin marjinal etkinliği ile faiz oranını eşitleyici bir eğilim içinde bulunduğunu söyler. Burada sermayenin marjinal etkinliği risk ve belirsizliği de içerir. Buradan da Keynes şu sonuca varır: “Öyleyse sermayenin marjinal etkinliği faiz oranına eşittir demek, umulan kar ile günün geçerli faiz oranı arasındaki fark risk karşılığında ödenen primdir.” E peki bu durumu ampirik olarak test etme imkanımızın olmadığı açık değil midir? Bu söylemin ideolojik yükü ortada değil midir? Kategorilerin tanımlanması ve bu kategorilerle analizin neticesinde politik sonuçlara gidilmesi baştan sona burjuva ideolojisinin kara kutusu ile konuşmak değil midir? Dolayısı ile salt matematik ile konuşmak demek egemen ideolojinin dümen suyuna girmek demektir. Rakamsal olarak ölçmeye çalıştığımız kategorilerin nasıl oluşturulduğu tamamen ideolojik bir meseledir ki Ekodok bey de sudaki balık misali kendi durumunun farkında değildir ve karşısındakini de komik bir şekilde at gözlüğü takmakla (!) suçlamaktadır.

Bakın kalkınma tartışmalarını 1950’lerde başlatan Paul Baran "Büyümenin Ekonomi Politiği" isimli yapıtında şunları diyor;

“Eğer model, kurulma amacına uygun bir yapıya sahipse, eğer gerçek dünyada yer alan sürecin başat özelliklerini yakalama başarısını gösterebiliyorsa, onun, söz konusu olgunun kavranmasına yapacağı katkı bir yığın ayrıntılı bilginin, bir sürü özel bulgunun yapacakları katkıdan daha önemlidir. Dahası var, ancak böyle bir model yardımıyla, zihnimizde açık seçik bir ‘ideal tip’in ana çizgilerini canlandırabiliriz, topladığımız bütün ham bilgi ve verilere yine ancak böyle bir model sayesinde anlam verebiliriz; yoksa araştırmamız boşa gider ve topladığımız ham bilgi ve veriler, gerçeğin anlaşılmasına yardımcı olmaktan çok, onun yerini alan, onu ‘ikame eden’ bir yığın oluşturmaya başlarlar.”

TUİK konusunda ise tartışmamı tamamen yanlış anlamış. Halbuki ben TUİK rakamları çarpıtıyor demedim. Kategorilerin oluşturulması ideolojik bir mesele olduğundan, oluşturulma sürecindeki bilinçli veya bilinçsiz aksaklıkları ifade ettim (hayret! 1980 öncesi liberaller şikayet ederdi DPT’den falan, şimdi tersine döndü herhalde). Hesaplanırken yapılan hatalar için ise sırasıyla Korkut hoca ve Mustafa Sönmez aşağıdaki ifadeleri kullanmışlardır:

Korkut hoca şunu ifade etmiştir ki resmen yüksek gelirlilerin daha az beyanda bulunduğunu ifade ediyor;

“Görülüyor ki, 2004 hane halkı anketlerinden hareketle tüm Türkiye için genellenen gelir türlerinin toplamı, milli gelir hesaplarından ulaşılan toplamın sadece yüzde 42’sine ulaşabilmektedir. Daha da önemlisi, eksik beyan edilmiş, “kayıp” gelirlerin büyük ölçüde sermaye gelirlerinden kaynaklanmakta olmasıdır. İşçi/memur aileler gelirlerinin yüzde 73’ünü doğru bildirmiş; burjuvazi ise, kâr, faiz, rant gelirlerinin (milli gelir tahminlerindeki toplama göre) sadece yüzde 25’ini beyan etmiştir. Kısacası, “kayıp gelirler” oranı, burjuvazi için yüzde 75’e ulaşmıştır. Toplumun en zengin insanlarının, gelirlerinin dörtte üçünü sakladığı bir anketleme biçiminden türetilen gelir dağılımı sonuçlarını ciddiye almak mümkün olabilir mi? Yukarıdaki “konuşmaya değmez” yargısının ardında yatan etkenlerden biri de budur.”

Daha da önemlisi Mustafa Sönmez yüzdelik dilimlerin oluşturulmasındaki çok büyük bir çarpıklığa dikkat çekmiştir;

“Gelir dağılımı araştırması adı altında sefilleri sergileyen TÜİK, son gelir dağılımı “araştırması” ile kargaları bile güldürüyor. 2005’te paylaşılan geliri, milli gelir açıklanırken 368 milyar YTL, gelir dağılımı araştırmasında 255 milyar YTL , yani yüzde 30-35 eksik açıklayan TÜİK’e göre, aylık geliriniz eğer 2 bin 700 YTL ise siz Türkiye’nin en varlıklı yüzde 20’lik ayrıcalıklı ailesi içindesiniz!... Yine TÜİK’e göre, Türkiye’nin en zengin ailesi (diyelim Koç ailesi olsun) ayda 32 bin YTL, kişi başına da ayda 8 bin YTL gelir elde etmiş..Yani ayda 8 bin YTL elde eden ortalama bir şahıs, Koç ailesi ferdi ile aynı gelire sahip!!!..”

Ayrıca hesabın 1980 öncesinde DPT tarafından yapıldığı da ortada. Bunu da hesab etmek lazım.

Önce sizi eleştiren birisini eleştirmeden önce onu iyice bir anlamaya çalışmanızı öneririm. Temel eleştiri noktalarımın yanından geçmeyen ve kendi ideolojik çerçevenizin bir karış dışına çıkamadan, sinir yüklü ve fevri eleştirinizi bir daha gözden geçirin. Ve beni içine düşmekle itham ettiğiniz komik duruma düşmeyin. Bunu ben de en samimi ifadem ile istemem. Bir eleştiri daha ister iseniz, sitenizde Ekonomix ve sizin kullandığınız “herif”, “bana da saçma geldi ama” tarzı yakışıksız ifadeleri kullanmamanızı öneririm. Karşınızda akademik olarak da çalışan (ki bu hiç de önemli değildir) bir sosyal bilimciye “tembel” deme cürretini göstermeniz de kırıcı. Ciddi üslup sorunlarınız olduğu da çok açık. Eğer gerçekten cevap verecek iseniz ben de hazırım ve doyurucu epistemoloji çerçeveli bir politik iktisat polemiğine de her daim varım. Bundan zevk de alırım (Dr. Jekyll bilir).

Size öz olarak yönteminiz sorunlu diyorum; siz hala aynı yöntemsel çerçeveden ekonometrik analizle cevap veriyorsunuz. Bunu basitce E-Views kullanan bile hesaplar zaten. Rakamların eğilimi değildir tartışma noktam; onları yorumlayacak teorik zemininizin olmaması ve dolayısı ile analizlerinizin güdük kalmasıdır. Yoksa rakam tek başına birşey ifade etmez, etse de açıkça birşeylerin değişmediği ortadadır. Ayrıca artan bir kent yoksulluğu varken bu veriler bize birşey söylememektedir. Tüm eksik aksak hesaplamaları da ortadadır.

Eleştiriyi kaldıramıyorsanız veya sinirlenecek ve bundan dolayı da temel eleştiri noktalarını da atlayacak iseniz lütfen ya cevap vermeyin ya da başka iş yapın. Hamama giren terler. Size biraz (ideoloji konusundaki yersiz söylemleriniz için) bilim felsefesi ve (rakamlar konusundaki takıntılarınız için ise) kalkınma çalışmanızı öneririm.

Güncelleme [15 Ağustos 2007]
Sayın Ekodok bu tartışmalardan esinlenerek kendince bir cevap vermiş ancak eleştiri noktamın halen yakınından geçmiyor. Aslen bu durum iktisatçıların bilim felsefesi ve yöntem tartışmalarındaki aşırı ilgisizliği ve dolayısı ile bilgisizliği ile doğrudan alakalı. Keşke ufacık da olsa beni anlayabilselerdi. Daha fazlasını yazmak gereksiz. Hem şimdiye dek bu sitede yazılanlar hem de bu yazıya gelen yorumlar fazlasıyla yeterli cevaplardır, fazlasıyla doyurucudurlar. Ne diyelim, umarım bir gün anlarlar...